Türk üniversitelerinin dünya sıralamasındaki yerlerine yönelik yayımladığımız liste bir hayli ses getirdi. Kabullenenler de var, karşı çıkanlar da.
Bu konuda 100 farklı liste yapılsa 100’üne de itiraz olacaktır. Çünkü hemen herkes olaya kendi açısından bakıyor. Ama bazı evrensel kurallar da var ki, bunu hiç kimse inkâr edemez.
Konunun daha bir açıklığa kavuşması açısından birkaç örnek vermekte yarar var. Örneğin İstanbul Üniversitesi, Çin’in açıkladığı 500’lük listede yer alırken son yayımladığımız listede yer almadı. Niye? Çünkü Çin listesinde sadece büyük üniversiteler sıralamaya alınıyor. 1000’in altında uluslararası yayını olmayan üniversiteler değerlendirmeye giremiyor. Dolayısıyla küçük butik üniversitelerin bu listeye girme şansları daha en başından kesilmiş oluyor. Ama İstanbul Üniversitesi gibi 1500’ün üzerinde öğretim üyesi olan yükseköğrenim kurumları için ilk 500’e girmek hiç de zor olmuyor.
Butik üniversiteler, kişi başına düşen yayın sayısı, diğer üniversitelere göre yüksek olsa da 1000 rakamının altında kaldığı için liste dışı kalıyor. İşte çok iyi diye bildiğimiz bazı üniversitelerin, bu listeye girmemesinin en önemli nedenlerinden biri de bu.
Bir de üniversitelerden bazılarının bu konudaki uyanıklıkları, liste karmaşası yaratabiliyor. Örneğin, öğretim üyesi başına yayın hesaplaması yaparken hoca sayısını mümkün olduğunca düşük gösteriyorlar. Çünkü artı puan alıyorlar. Tıpkı yabancı öğretim üyesi sayısını yüksek göstererek fark yarattıkları gibi.
Ama bu uyanıklıkları her zaman işe yaramıyor. Öğretim üyesi sayılarıyla oynayarak bir anda sıralamada üst sıralara çıkıyorlar, ancak bu uzun ömürlü olmuyor. Çünkü, öğretim üyesi az gösterildiği için hoca başına düşen öğrenci sayısı bir anda artıyor ve bu da bir yerden puan kazanırken öte yandan puan kaybetmelerine neden oluyor.
Türk üniversitelerinin, uluslararası kriterler çerçevesinde, kendi reyting sıralamalarını yapma zamanı geldi de geçiyor. Bakalım bu zor görevi kimler üstlenecek?
Ekonomik güçleri
Eğitim, bilim ve ARGE, dünyanın en pahalı yatırımı. Türk üniversitelerini ilk 500’e girmiyor diye eleştirenlerin, her şeyden önce ellerini vicdanlarına koymaları gerekir. Tamam, eleştirilecek çok yönleri var. Ama bu kadar kısıtlı kaynaklarla, 2 milyon öğrenciye eğitim verip bir de araştırma yapmak o kadar kolay değil.
Rakamlar vererek kafa karıştırmak istemiyorum. Üç ABD üniversitesinin bütçesinin, bizim 130 üniversitenin bütçesinden çok daha fazla olduğunu özellikle hatırlatmak isterim.
Örneğin, bu sıralamaların en tepesinde yer alan Harvard’ın 25 milyar dolarlık vakfiyesi var. Her yıl bunun gelirinin yanı sıra öğrenciden de on binlerce dolar öğrenim ücreti alıyor. Şimdi gelin Harvard ile ODTÜ, İTÜ ya da Boğaziçi’ni bir de bu açıdan kıyaslayın!..
Para olmadan bilim üretilmeyeceğini artık anlamamız ve kaynak ayırmamız gerekiyor. Ama ne yazık ki lafın ötesine geçilmiyor.
Başbakan Erdoğan ve TÜBİTAK Başkanı Yetiş, bilime ayrılan kaynakların artırıldığını her vesileyle dile getiriyorlar. Göreceli olarak evet. Ama ya gerçekte?
Hatırı sayılır bir bilim insanımız, bu konuda kamuoyonun yanıltıldığını iddia ediyor. AKP iktidarından önce, ARGE’ye ayrılan kaynakların, GSMH’den ayrılan pay ölçeğinde, bugünkünden daha fazla olduğunu söyledi. Bu durumun Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu’nda da dile getirildiğini belirtti.
TÜBİTAK Başkanlığı umarız bu konuda da hiç zaman geçirmeden bir bilgi notu gönderir. Daha onlara soracak çok sorumuz olacak. Lafla, yasayla, yandaşlıkla bilim üretilmediğini iddia edenlere, eminim verecekleri cevapları vardır. Hele bir konu var ki, ayrıntıları geldiğinde şoke olacaksınız. Ben oldum. Ama tüm ayrıntılar için biraz daha beklemek gerekiyor.
Özetin özeti: Muasır medeniyeti yakalamanın yolu eğitimden, bilimden, teknolojiden geçiyor. Dünü kötülemekle, çağı yakalıyor gibi yapmakla çağdaş olunmuyor. Laf üretenleri değil ama gerçek bilim insanlarını her zaman başımızın üstünde taşımaya hazırız...